Gana

Gana

Dış ticaretle uğraşan herkesin bildiği bir hikâye vardır. Ayakkabı üreten bir firma ihracat yetkilisini Afrika’ya yollar. Yetkili Afrika’ya gider, havaalanına iner inmez şirkete telefon eder. Dönüş biletini almıştır, çünkü orada kimse ayakkabı giymemektedir. Döndüğünde işten atıldığını öğrenir. Yeni müdür geçmişten habersiz yine aynı ülkeye gider, havaalanına iner inmez telefona sarılır. Dönüş biletini bir kaç ay ileri atacağını söyler, çünkü orada kimse ayakkabı giymemektedir. Fakat kimse de para olmadığından ayakkabı satamaz. Üçüncü müdür Afrika’ya varır. Yetkili iki gün sonra şirketi arar. “Ayakkabıları sattım, muzlar size doğru yolda. Muzları nasıl satacağınızı şimdiden düşünün”.

Bizde 2000 yılının Şubat ayında iş amacıyla, arkadaşım Mehmet Eser ile birlikte İsviçre ve Nijerya üzerinden uzun bir yolculuktan sonra akşam saatlerinde Gana’ya ulaştık. Gana’ya gelmeden önce bir çok zenci ile tanışmıştım, İngiltere’de periyodik yaşadığım dönemlerde bir çok zenci arkadaşım olmuştu. Başkent Accra’ya indiğimizde Mehmet ile ikimizin şaşkınlığı açıkça yüzümüzden okunuyordu. Gana’lılar bizim alışık olmadığımız kadar siyahtı. Halk, hayatımda tanıdığım tüm zencilere göre çok daha koyu renkliydi.

Gana, Türkiye’nin aksine güney yarım kürede. İstanbul’u Şubat ayında karlar içinde bırakmıştık, ama Accra yaz mevsimi içinde ve çok sıcaktı. Otelimize geldiğimizde yorgunluktan ve sıcaktan üstümüzü dahi değiştiremeden hemen uyuyakaldık.

Ganalı tarihi boyunca hep acı çekmiş. Gana’da ilk köle ticaretine Portekizliler ve İspanyollar başlar. 1637 yılında ülkeye gelen Hollandalılar hakimiyet kurarlar, onların arkasından İngilizler gelir. İngilizler, köle ticaretinden çok ülkenin doğal kaynaklarını sömürürler. Manganez, altın, elmas madenleri ve kakao üretimi tüm dünyanın dikkatini çekmiştir bir kere. Ülke yönetimsel olarak İngiltere’den bağımsızlığını 1957 yılında geri alır. 1980’lerden sonra ise askeri darbeler durulur ve ülke istikrara kavuşur.

Gana, Batı Afrika’da on sekiz milyon nüfuslu bir ülke. Ülkede resmi dil İngilizce. Ayrıca konuşulan kırk sekiz ayrı kabile dili var. Konuşulan aksanlı İngilizce’yi anlamakta zorlanıyorsunuz. Ülkenin şanssızlığı Nijerya gibi petrol yataklarına sahip olmaması, diğer yandan yukarıda yazdığım maden yatakları ve dünya kakao üretiminde ilk sırayı almaları, ülkeyi ticari açıdan hala cazip kılıyor. Batı Afrika’daki ülkeler içerisinde Senegal ve Fildişi Sahilleri’ne göre daha az gelişmiş fakat çok daha güvenli ve sakin.

İlk günümüz sabahtan hareketli başlıyor. Otelin lobisinde oturuyoruz. Lobi çok büyük ve otantik döşenmiş. Lobinin onca büyüklüğüne rağmen bir zenci hemen yanımıza oturuyor ve elindeki defter sayfalarını çevirmeye başlıyor. Şüphelenilmeyecek gibi değil. Dışarıdan görüntümüz oldukça komik olsa gerek Mehmet, ben ve zenci kocaman lobide bir çok sandalye varken yan yana oturuyoruz. Mehmet zenciye nasıl olsa anlamaz diye Türkçe “Hoş geldin” diyor, halini hatırını, hava durumunu soruyor. Uzattıkça uzatıyor. Zenciden hiç ses yok. Konu dağılıyor, kendi aramızda konuşmaya başlıyoruz. Aradan beş dakika geçmeden zenci Türkçe soruyor.

– Türkiye’den mi geldiniz abijim?

Şaşkınlığımız son noktada. Her ikimizde aynı anda “Ne?” diyoruz. İsminin Mohammed Tamami olduğunu sonradan öğrendiğimiz zenci tekrarlıyor.

Türkçe;

– Hojam Türkiye’den mi geldiniz.

Aynı üniversiteden mezunuz. ODTÜ maden mühendisliği bölümünden mezun olmuş. Mükemmel Türkçe konuşuyor. Yalnızca yazdığım gibi, “c” harflerini “j” olarak telâffuz ediyor. Biraz sohbet ediyoruz. Bizi şaşırtmaya devam ediyor.

– Burada hojam var. Türk. Ben onunla çalışıyorum.

Hoca deyince üniversite hocası sanıyorum.

– Burada üniversitede mi çalışıyor?

– Yok janım, madenin sahibi. Hah geliyor.

Gülerek gelen bir kişi bizi selamlıyor. Tanışıyoruz. Hasan Sitoci. Gana’da bir altın madeni işletiyor. Gana vatandaşı olmuş, pek anlatmak istemiyor, ama Türkiye’ye dönemediği açık. Temkini elden bırakmadan, nedenlerini fazla kurcalamıyoruz. Türkiye’de öğretmenlik yapıyormuş, sonra Hollanda’ya gitmiş daha sonra da Gana. Bizle kahvaltıya oturmak istiyor ama fuara gitmeliyiz. Gülerek “Ben sizi bulurum merak etmeyin diyor”. Sonradan buluyor da gerçekten.

Fuar alanına varıyoruz. Ürünleri sergilediğimiz alana yaklaştığımızda bir Türk genç, kamerasıyla birlikte bize yaklaşıyor. Bir yandan kamera ile bizi çekerken diğer yandan söyleşi yapmak için iznimizi istiyor. İsmi Kerem Saltuk, ileride çok başarılı bir yazar olacağına inandığım genç bir muhabir. Serbest çalışıyor. Yazılarını ve fotoğraflarını ajanslara pazarlıyor. Bir yıl kadar sonra Kerem’in Hasan Sitoci hakkında söyleşisi önemli bir gazetemizde iki günlük yazı dizisi yapıldı. Kerem’in bana sorduğu soruların ciddiyeti ile elindeki kameranın kalitesi tamamen ters. Çok önemli bir söyleşi yapıyor havasındayız ama kameraya bakıyorum. Kamera oldukça eski model.

Fuarda Türk olarak bizler haricinde, metal satan bir firmanın iki Türk yetkilisi, her türlü temel ihtiyaç malzemesi satan bir firma sahibi ve tekstil ürünleri satan Hasan Sitoci’nin ortağı Bülent isimli kişiler bulunuyor. Hasan, fuara bir ara uğruyor ve bizi öğle yemeğine davet ediyor. Ben, Mehmet, Kerem, Bülent ve Hasan Labadi Beach Hotel’e gidiyoruz. Labadi kumsalı Accra’nın en güzel kumsalı. Otel kumsalın hemen yanında. Yemeğe oturuyoruz. Hasan bize ilgisinin gerçek nedenini anlatmaya başlıyor. Hasan’ın Accra’nın biraz dışında ormanın içerisinde bir altın madeni var. Bu altın madeninden her gün bir kavanoz altın çıkarıyor ve her gün akşam olmadan bu altını Accra’ya getirip bankadaki kasasına koyuyor. Anladığım kadarıyla arkadaşı Bülent, Hasan’ın ülkeye para ve altın giriş çıkışını organize ediyor. Hasan’ın arazisinin yanındaki arazi satılığa çıkmış. Bu arazi oldukça büyük elmas yatağına sahipmiş. Bu araziyi satın almak Hasan’ın maddi gücünü aştığı için çalıştığım kurumun sahiplerine bu projeyi anlatmamızı rica ediyor. Bu öğle yemeğini bu nedenle yiyoruz.

İş konusu bitince konu Gana’daki insanların renginin koyuluğuna geliyor. Mehmet soruyor.

– Dünyada aynı sıcaklığa sahip bir çok ülke var, burada yaşayan insanlar nasıl bu kadar koyu renkli olabilmiş, hayret!

Bülent heyecanla anlatmaya başlıyor. Heyecanlandığını kekelemesinin artmasından anlıyorum. Aşağıda anlattığı hikayeyi bir kitaptan almış, fakat anlatım tarzından bu kitaba tamamen inandığını anlıyorsunuz.

– Siz “Andremedeo’dan gelen uzaylı” kitabını okudunuz mu? Orada tüm gerçekler yazıyor. Bu kitabı yazan Meksikalı bir profesör. Andremedeo’dan gelen uzaylılar bu profesörü kaçırıyorlar ve insanlık tarihini bu profesöre anlatıyorlar.

Hepimiz şaşkınlıkla onu dinliyoruz. Anlattıkça heyecanlanıyor ve kekelemesini daha ağır bir şekilde sürdürüyor.

– Eskiden insanlar tüm evreni ele geçirip, kontrol altına almış. Fakat, içlerindeki kin ve ihtirastan dolayı insanlar birbirine düşer ve güçsüzleşir. Evrendeki diğer canlılar birleşerek insanlara saldırır ve insanoğlu yok edilir. Evrenin her bölgesinde yaşayan insanlardan numune olarak toplanır ve DNA’ları kısırlaştırılır. Dünyada bir müze yaratılır ve tüm bu insanlar buraya getirilir. İşte o yüzden kutuplarda yaşayan insanla Çin’de yaşayan insan tipi farklıdır. Gana’daki farklılıkta bu nedenledir.

Hasan, ters ters Bülent’e bakıyor.

– Ya, sen de amma etkisinde kalmışsın bu Meksikalının. Ben kesinlikle inanmıyorum bu anlattıklarına. Çevrene bak, en büyük güç nedir ? Güneş. Bence Tanrı güneşte veya güneş.

Bülent tekrar söze giriyor.

– Anlattıklarımın gerçek olup olmadığı 2050’lerde anlaşılmaya başlayacak zaten. Kitapta yazıyor. 2050 yılından sonra başlayacak felaketlerden sonra 2070 yılına doğru Dünya yok olacaktır.

Mehmet heyecanlanıyor. Bana fısıldıyor.

– Allah allah, çocukları yaparak günah mı işledik be. İçim bunaldı.

Konuyu dağıtan Kerem oldu.

– Kumsala çıkalım mı?

Kumsala çıkarken Mehmet ile biraz arkada kaldık. Yemekte konuşulanların yorumunu yapıyorduk. Birden bir ses geldi. İngilizce, kolye alır mısınız diye birisi soruyor. Öğle vakitleri olduğu için etrafımızda görüş açık, fakat sesin nereden geldiğini anlayamıyoruz. Aynı soru yineleniyor, biz etrafımıza bakınıyoruz. İngilizce bağırıyorum.

– Kimsen ortaya çık.

Yanımızda bulunan çardağın içinden zenci bir genç beliriyor. Çardağın içi karanlık, gencin elbisesi ve rengi de o kadar kara ki genci görebilmemiz mümkün değil.

Kumsal tam bir renk cümbüşü. Okyanusun sert dalgaları kumsalı dövüyor. Kumsalın ipince kumları göz alabildiğince uzuyor. Tahtadan küçük barakalar ve kafeler kumsalın içerisinde. Okyanustan faydalanan insanların yanı sıra kumsalda bir çok satıcı var. Satıcılar etrafınızı sarıyor ve siz kumsalı terk edene kadar peşinizi bırakmıyorlar.

Gana’da açlık ve sefalet yoğun. İşimiz gereği açık havada kurulmuş pazar geziyoruz. Pazarda paketlenmiş mamul satışı yok. Satılan tüm mamuller paketlenmemiş ürünler. Yengeç, tavuk, dana derisi, ananas, Hindistan cevizi gibi aklınıza gelebilecek her türlü açıkta satılabilecek ürünler mevcut.

Sömürgeciler kendi yaşamları için gerekli alt yapıyı kurmuş gözüküyorlar. İyi oteller, Accra içerisinde bakımlı karayolu, çok kaliteli restoranlar ve barlar. Gana halkı ise sömürülmeyi hiç hak etmemişler. Aklınızdan geçenleri duyar gibiyim. “Kim sömürülmeyi hak eder ki?” Kimse hak etmez. Bence en son hak edecek halk da Afrika halklarıdır. Oysa ki tarihte en mide bulandırıcı sömürge Afrikalılar üzerine olmuştur. Sadece yurtları değil bedenleri de sömürülmüştür.

Afrikalılar arasında zaman geçirdikçe günü yaşadığınızı daha çok hissediyorsunuz. O gün yeni bir gündür ve yaşanmalıdır. Yeni günü doya doya yaşıyorsunuz. Ganalıların çoğunluğu akşam kafasını yatağa koyduğunda mutlu uyuyor. Onca sefalete rağmen. Bu mutluluk Küba’da olduğu gibi bilgisizlikten gelen bir mutluluk değil. Afrika kültüründen gelen mutluluk. Afrika’da yaşayan halkaları gruplaştırmak ve o şekilde incelemek en doğrusudur. Fakat, “Günü yaşamak” tüm Afrika’da ilk hissedeceğiniz felsefedir. Bu felsefe de mutluluğu getiriyor. Bu insanlar yaşadıkları acılarla birlikte vahşi kapitalist Batı Avrupa’yı ve devlet kültüründen yoksun Amerika’yı tanımışlar. Yani, Dünyadan ister istemez haberleri olmuş. Ve hala mutlular.

Öğleden sonra altı suları. Fuardan otele dönüyoruz. İstanbul’u çevreleyen karın aksine Accra’da hala yakıcı bir güneş. Otelimizin havuzunda güneşlenmeye başlıyoruz. Güzel bir zenci bayan yanıma yaklaşıyor ve soruyor.

– Gana’ya ilk gelişiniz mi?

“Evet” diyorum. Havuza atlamamla bayan bara uzaklaşıyor. Bir süre sonra bara içki almaya gittiğimde merakımı dizginleyemeyip soruyorum.

– Nereden bildiniz?

– Nereden bildim öyle mi? Saat altı. Altıdan yediye kadar ortalığı sivrisinekler basar ve yarısında malaria virüsü vardır. Sizler ise çıplaksınız. Bakın havuza sizden başka kimse var mı?

Gerçi aşılarımızı yaptırmıştık. Fakat, bağırıyorum.

– Mehmet kaç odaya.

Otelde ziyaretçi olarak kalan bu zenci bayan dikkatimizi çekiyor. Ziyaretçilerin hepsi beyaz tenli. Akşam barda yine karşılaşıyoruz. Kendisini yemeğe davet ediyoruz.

Bizi bir İtalyan restoranına götürüyor. Şaşırıyoruz. Çünkü bu tip pahalı restoranlarda yerli görmeniz çok zor. O ise Accra’da ki tüm pahalı eğlence yerlerini biliyor.

Yemek sırasında sırlarını açıklamaya başlıyor. Kızın babası en büyük kabilelerden birinin başkanı imiş. Babası amansız bir hastalığa tutulmuş. İngiltere’ye dahi göndermişler ama iyileşememiş ve ölmüş. Öldüğünde kötü ruhları kovmak için kabile üyeleri önlerine kim gelirse öldürmüşler. Bu adettenmiş. Kız annesiyle birlikte yaşıyormuş. Annesi ile kavga ettiği için otele kaçmış. Annesi kendisinin bu otelde olduğunu duysa tüm kabileyi Accra’ya yollarmış. Bu durumda siz ne hissederdiniz? Aslında anlattıklarına tam olarak inanamadık, diğer yandan kesinlikle korktuğumuzu söyleyebilirim. Eğer anlattıkları gerçek ise canımızın tehlike de olduğu açıktı. Restorandan bir bara gittik. Barda herkes kızı tanıyor. Çaktırmadan kızın kim olduğunu birine soruyorum. Gülüyor.

– Sen Anchentee kabilesini hiç duymadın mı? Ya, tüm kabilelerin liderinin ölümünü?

Bira ısmarlamıştım. Bu bilgiden dolayı barmene bira yerine viski vermesini istiyorum.

Geri döndüğümde konu iyice koyulaşmış durumda. Kız, beyazların siyahlara yaptığı kötülüklerden bahsediyor. Sesini yükselterek;

– Beyazların bize yaptıklarını kimse kalbimizden kazıyamaz, bunu asla unutamayız.

Sonra soruyor;

– Türkiye’de durum nasıl? Siz de siyahları sömürdünüz mü?

Biz heyecanla kendimizi anlatıyoruz.

– Bırak sömürmeyi biz de siyah nedir bilmezler. Hatta sizin ülkenizden bir kaç futbolcu ülkemize geldi de insanlar onları görebilmek için sıraya girdi hepsinden imza aldılar. Bizde ayırım yoktur.

Korkunun etkisiyle biraz abartmıştık ama anlattığımız da yalan değil.

Sabah kahvaltıda kendisini görsek de uzakta oturarak sadece bir selam ile yetiniyoruz.

Fuarda bizimle ilgilenen kişinin adı Koçu. Oysa ki, Gana’daki bir çok insanın adı İngiliz adları. Merakımdan bunun nedenini Koçu’ya soruyorum. Koçu açıklayınca hayretler içinde kalıyorum. Gana’daki tüm insanların gerçek isimleri doğduğu günün adı. Yani ister erkek olun, ister kız, Pazar günü doğanların hepsinin adı “Pazar”. Ülkede isim arama sorunu yok. Toplam yedi adet isim var. Ülke, İngiliz sömürgesi olduğundan İngiliz isimlerinin etkisinde kalmış. Bir çoğunun yerel ismi hariç bir de İngiliz ismi var. Fakat, genelde insanlar kendi aralarında İngilizce konuşmuyor ve yerel isimlerini kullanıyor. Eğer aynı dili konuşmayan iki kabile insanı yan yana gelirse İngilizce konuşmak zorunda kalıyorlar.

Accra çok güzel bir şehir. Sakin, güvenli, değişik ve keyifli. Şehirde dolaşırken ilk ilginizi çekecek insanların futbol tutkusu. Araba ile giderken sağınıza bakıyorsunuz, alabildiğine genç ve hepsi futbol oynuyor. Kim kiminle oynuyor belli değil, dümdüz arazide belki onlarca maç var. Solunuza bakıyorsunuz aynı manzara. Onlar için belki de sefaletten kurtuluşun yolu. Fuara katılmamızda aracı olan bir inşaat şirketi yetkilisi olan Muammer Bey’e bir çok futbolcu Türkiye’ye transfer için başvuruyor.

Yol üzerinde bir çok balık satıcısı ile karşılaşıyorsunuz. Deniz mahsulleri çok ucuz. Gana mutfağı mısır ve soya üzerine kurulmuş gözüküyor. Yerel halkın gittiği yerel yemekler yapan restoran bulamadığımızdan mutfağı detaylı inceleme fırsatını bulamadım. Fakat deniz mahsulleri mükemmel.

Halkın yüzde yirmisi Müslüman, yüzde on kadarı yerel dinlere mensup geri kalan çoğunluk kısım ise Hıristiyan. Camiler oda şeklinde, minareleri yok. Halk bu odalarda ibadetini yapıyor. Halkın çoğu Pazar günü kiliseye gidiyor ve her Pazar kiliseye para yardımı yapıyor. Ben görmediğimden dolayı Muammer bize gördüklerini anlatıyor.

– Halkın kazandığı üç kuruş parayı almak için her pazar kilisede sepet dolaştırıyorlar. Sepet ayinin başında, ortasında ve sonunda ortaya çıkıyor. Sepetin içi parayla doluyor, ziyaretçilerin ise cepleri boşalıyor.

Tam bir umutsuz çember. Bizim yaşadığımız hayat yok orada. Bizim ölçülerimize göre her şey daha basit. Kandırıldıklarını ve sömürüldüklerini çok iyi biliyorlar. Buna rağmen şaşırtıcı olan ise Gana toplumunun bizim toplumumuza göre daha mutlu olması.

Sistem onlara hedefler vermiyor. Hedefleri sadece o günü yaşamak. Onlar da bunu yapıyor ve mutlu oluyorlar. İşte bu kadar basit. Biz de ise sistem size hedef değil, hedefler veriyor. Her kesime göre hedef var. Günde üç beş milyon lira kazanan birisi bile kazancının üçte birini gazeteden alacağı dvd’ye ayırıyor. Sistem içerisindeki gazete ona bu hedefi veriyor. Orta sınıfta ki bir insan için cep telefonu almak bir hedef haline geliyor. Hedefler çoğaldıkça insanın ihtirası artıyor. Bizim insanımız hedefine ulaşsa bile çok kısa bir mutluluk yaşıyor. Çünkü, yeni hedefler üstüne hızlıca saldırıyor.

Sömürgeden karlı çıkan refah düzeyi yükselen, fakat mutsuzlaşan batı halkı mı? Yoksa bakımsız ama mutlu bir hayat yaşayan Gana halkı mı? Bu sorunun cevabı o kadar zor ki. Hatta doğru bir cevabı da yok gibi.

Bir gün yolunuz Gana’ya düşerse doya doya yaşayacak ve hissedeceksiniz: Duyguların hepsi bir arada; sıcaklık, içtenlik, sefalet, mutluluk ve acı.