Gerçek Sözcüğünün Kökeni

Gerçek Sözcüğünün Kökeni

Gerçek, nedir?

Kimilerine göre gerçek, düşüncenin konusuna uygunluğudur.

Bossuet’ye göre “gerçek, yalnızca varlıktır.”

Birinci görüşte olanlar, düşünce ile konusunun nasıl olup da birbirine uygun olabileceğini henüz açıklayabilmiş değildirler.

Bossuet ise hiç üçgen bulunmayan bir evrende dahi üçgenlerle ilgili önermelerin pekâlâ doğru olabileceğini hiç hesaba katmamış gözükmektedir.

Birçok fizik sorununu aydınlattığı sanılan Einstein’a göre, sonsuz değil ama sınırsız olan evrende, yalnızca döngüler ve kıpırtılar vardır.

Lincoln Barnett ise şöyle demektedir:
“Arcturus yıldızı bize 38 ışık yılı uzaktadır. Bir ışık yılı ise ışığın bir yılda aldığı uzaklık ya da kabaca 9.6 trilyon kilometredir. Arcturus ile yankılık yardımıyla iletişim sağlamaya çalışsak, iletimizin bu yıldıza varması 38 yıl, bize bir yanıtın gelmesi de 38 yıl alırdı. Biz Arcturus’a bakıp onu şimdi, yani 1979 yılında görüyoruz dediğimizde, aslında gördüğümüz şey, 1941’de kaynağından ayrılan ışınların optik sinirlerimiz üzerinde yarattıkları bir görüntüden ibarettir. Arcturus’un şimdi var olup olmadığını bile, 2017 yılına değin öğrenmemizi doğa bize yasaklamaktadır.”

Görüldüğü gibi Bay Barnett, 1979 yılında bu bilgileri birer gerçek oldukları kanısı ile sergilemektedir. O günden bu güne ise yalnızca 21 yıl geçmiştir. Ama ne 21 yıl!…

***

Haziran 2000 tarihli basında yer alan bir iletiye göre, Amerikalı ve İngiliz bilim insanlarının gerçekleştirdikleri deneysel çalışmalar sonunda elde edilen yeni bilgiler, Danimarkalı Gökbilimci Ole Romer’in 1676’da 299.792,5 ± 0.2 km/sn. olarak saptadığı ışık hızının hiç de öyle olmadığını göstermektedir. Zira söz konusu bilim insanlarının bulguladıkları ışık hızı Ole Romer’inkinin neredeyse üç yüz bin katı olup, gerçek hızın 299.792,5 x 300.000 89.937.750.000 km/sn. olduğunu kanıtlar gibidir.

Savaş vurguncularını ve silah tecimerlerini kârlı düşlemlere boğan bu vargının şimdiye değin gerçek diye bilinen fizik kurallarını alt üst edeceği açıktır.

Üstelik metafizik inançları da alt üst edecek gelişmelere tanık olunmaktadır. Nitekim aynı basın kaynaklarının verdikleri bir başka iletiye göre, dünyanın önde gelen bilim insanlarınca yürütülen “İnsan DNA Tasarısı” son aşamasına gelmiş ve bu Tasarı kapsamında da yapısındaki Gen(Buyrut)’ler aracılığı ile kalıtsal bilgileri kuşaktan kuşağa aktaran chromosome (soyaktaran)’lar ağının ana öğelerini oluşturan DNA (DeoksiriboNükleik Asit) molécule(koğ)’lerinin içerdiği 3.1 milyar base(kök) çiftinin %97’si çözülmüş, kalan %3’ü de 2003 yılına değin bitirilmek üzere izlenceye bağlanmıştır.

İngiliz “İnsan Genetiği Yarkurulu” üyelerinden Prof. Dr. John Harris; Tanrı’nın başlangıçsızlıktan bitimsizliğe değin olacak şeylerin yerini, zamanını, şeklini, niteliğini, özelliklerini önceden bilip o yolda sınır ve takdir buyurduğu olgu anlamına gelen, imanın asıl temellerinden biri sayılan ve bilim değerinde olan Yazgı’ya meydan okurcasına, “bu buluş sayesinde gen sağaltımı ile tüm sayrılıklara son verileceğini, yaşlanmanın durdurulacağını, insan yaşamının 1200 yıla değin uzatılacağını” muştulamaktadır.

ABD Başkanı Bill Clinton ise aynı konuda şöyle demektedir:
“Aptalca şeylerle uğraştığımız için güzel şeylerin farkına varmıyoruz. Bugün, büyük gündür. Tanrı’nın yaşamı yarattığı dili bugün öğreniyoruz; onun en kutsal armağanının ne kadar harika, güzel ve karmaşık olduğunu daha yakın dan anlıyoruz. Gen haritası ile insanların yaşamı hem uzayacak, hem de renklenecektir. Artık, 50 yaşında da âşık olabileceğiz.”

Bu konuşmayı dinleyenler, sanırız ki o usta işi şiirlerinde sıradan insanların umutlarını, aşklarını ve duygularını betimleyen; aptallığı, ikiyüzlülüğü, gösterişi ve savaşı ise alabildiğine yeren Fransız ozan Jacques-Henri-Marie Prévert’in şu güzel dizelerini anımsamışlardır:

“Eşek, kral ve ben,
Belli, yarın öleceğiz.
Eşek açlıktan ölecek,
Kral içi sıkıldığından,
Bendeniz, malûm:
Aşktan…”

Açlıktan ölecek’leri çoklukta bulunan ve en başta bu yüzden de tıpkı Neron’un annesi Aggripina gibi kendi kâtilini bağrında taşıyan bir parasal takımerkinin egemenliği altındaki umutsuz dünyada yaşandığını bilme durumunda olan Bay Clinton söz konusu konuşmasını “aşk, kutsal armağan, Tanrı’nın dili” gibi çoğunluğa hoş gelecek sözcüklerle süslerken acaba ne denli içtendir?

Sakın “bugün öğreniyoruz” dediği dilin aslında “doğa dili” olduğunu bal gibi bilmesine karşın, “Suriye çöllerindeki devecilere göre düzenlenen yaratılış” söylencesine takılarak “insan öteki canlılardan mahiyet bakımından farklıdır; yani, canlılardan herhangi birinin evrimi sonucu varolmuş değildir” diye direnen şu bizim evrim karşıtlarını, aynı yolun yolcusu Kilise’yi, “doğa dilini” öğrenemeyecekleri için bundan sonra da yazgı yükünü taşıyacak olan “parasal takımerkinin” veliyy-i ni’metleri yoksul ve bilgisiz büyük kitleleri uyandırmamak için böyle konuşuyor olmasın?!

Biz, öyle olduğu kanısındayız.

Ama unutulmamalıdır ki bilimin öğrenilebilir kıldığı “doğa dilini” çoğunluğun bilmediği; aç, açık, evsiz, öğrenimsiz ve yarınsız kitlelerin kol gezdiği; “tecim ve işleyimi olmayan devletler savaş yapmak zorunda değildirler; ama varsıl bir ulus fetih politikası uygulamak zorundadır” gibi yıkıcı ve kara bir anlayışın hâlâ sürdürüldüğü; küçük azınlıkların kısa erimli çıkarları için doğanın kendisi de içerimli(dahil) olmak üzere tüm değerlerin kırılıp döküldüğü; insan onurunun ayaklar altına alındığı bir dünyada gerçek aşk olmaz, olamaz!… Baştaki sorumuzu bir daha yineleyelim:
Gerçek, nedir?

***

Dedelerimizin dedelerinin dedelerine göre gerçek, ağaçtan yapılmış sopalarının üstüne bilinçli olarak açılmış anlamlı Kertik’lerdir! Bu anlamlı kertikler daha sonraları harflere, harfler abecelere, abeceler de dizgelere dönüşecektir.

Bu süreçse bizi, doğrudan doğruya Kökbilim kavramına götürmektedir.

Kökbilim (Etymologie), tıpkı matematikteki sayılar ve müzikteki notalar gibi dilsel kavramların birer imgesi olan sözcükleri soyağaçları, özgeçmişleri ve içerikleriyle tarihleyip ulamlaştırarak dizgeleştiren; onları daha uyumlu, daha anlamlı ve anlaşılabilir kılan bir bilim dalıdır.

Kökbilim, insanı doğayla, doğruyla, gerçeklerle barıştırır; düşünceye, anlatıma, tutarlılığa sağlam bir taban hazırlar; dilsel kavrayışı, mantıksal algılayışı, neden sonuç ilişkilerini kolaylaştırır; yaratma, kalıcıya ulaşma, ulamlaştırma, dizgeleştirme olanaklarını mümkünleştirir; beyni safsatadan, kara korkulardan, göklerin öfke ve ilençlerinden arıtır; insanı yeterli, güvenli, verimli, akıllı, akılcı, özerk, özgür ve erkin kılar.

İşte bu nedenlerden dolayıdır ki iyi temellendirilmiş özgür düşünceden özellikle korkan softa beyinliler, Kökbilimsel çabalardan ürker ve de öylesi çabaları ellerinden geldiğince engeller.

Örneğin, asıl adı Giovanni Maria Mastai-Ferretti (1792-1878) olan ve de 32 yıl papalık koltuğunda oturan IX. Pius, çok tutucu bir adamdır. Kilise’ye yönelik asıl çekincenin lâik düşüncede yattığına inanan bu kişi, çağdaş içerikli tüm siyasal öğretileri yargılı kılar; Vatikan Konsili ve Papa’nın Yanılmazlığı’nı kabul ettirir; “zamanın başlıca günahlarından” 80’ini Quanta Cura adlı genelgesiyle duyurur; Bismarck’ın açtığı ekinsel savaşı Quod Nunkuam genelgesiyle şiddetle kargır ve bütün bu becerileri yanında “metinlerin yorum ve çözümlemelerini gökten verilen gerçeğe aykırı, doğru dinbilim kuramına karşı ve inanca zararlı görerek yasaklar.”

Özellikle tarihin derinliklerinden gelen kimi sözcüklerin özgül yapıları ile içerdikleri özel anlamları arasında sıkı bir bağ bulunur. Bu bağ ve anlam, o sözcükleri yaratan halkın geçmişine ışık tutar. Dolayısıyla da Kökbilimsel çalışmalar, ulusal toplumbilimin ilk ve önemli adımlarından birini oluşturur.

Konumuz olan gerçek sözcüğü de işte böyle bir sözcüktür…

Papa IX. Pius’un yasakladığı “metin yorum ve çözümlemeleri” ise değerli bilim insanımız Prof. Dr. Suat Sinanoğlu’nun da dedikleri gibi Batı eğitiminin hiç olmazsa klâsik tipteki okullarda temeli olan Örütbilim (Philologie)’in özünü oluşturur. Bu yola giren us sahibi bir kişi önce metafiziği aşarak usçuluğa ulaşır, arkasından da “gökten verilen dogmaları” tepimleyerek (reddederek) bilimsel yönteme ve de eleştirel düşünceye kavuşur.

Böyle bir evrim, kurtuluş demektir.
Papa IX. Pius’un korkusu da budur…

***

Hiç kuşku yok ki Düşünce ve Nesne, aynı şey değildir. Ama düşüncenin seçilmiş bir öznesi durumunda bulunan nesnenin de ona biçim ve içerik kazandırabildiği sanırız tepimlenemez.

İşte böylesi bir örnek oluşturan “gerçek” sözcüğü, öyle anlaşılıyor ki “kertmek” eyleminden türetilmiştir. “Çentmek, kesmek, oymak, kertik açmak, kazımak, sertçe sürtünmek” gibi anlamlara gelen bu eylem, İbnü Mühenna Lûgati’nde kirtmek, Ettuhfet-üz-Zekiyye’de keritmek, Çuvaş Söylemi’nde ise Kartmak biçimiyle karşımıza çıkmaktadır.

Kırgız Türkçesi’nde de “kertmek” biçiminde olan sözcüğümüz, yalnız burada, yukarıda verilen anlamları yanında “açık, belli, akıcı” gibi bir ayırtı da kazanmıştır. Nitekim, orada “açık ve akıcı konuşmak” yerine “kerte söylemek” denmektedir.

Pek de okuma yazma bilmeyen atalarımızın kendi Gerçek’lerini ağaç ve sopalara açtıkları Kertik’lerle belgeledikleri gözlenmektedir. Nitekim, Divanü Lûgat-it-Türk’te yer alan “Kertik” sözcüğünün “ekmek ve ekmeğe benzer şeylerin sayısını bilmek için bir ağaçta yapılan kertik, çetele” anlamlarına geldiği görülmektedir. Çuvaş Söylemi’nde “Kartmak” biçimine giren bu sözcüğün yine “vergici ve çobanlar için tutulan çetele” anlamını içerdiği de bilinmektedir.

Divanü Lûgat-it-Türk, Ettuhfet-üz Zekiyye, Atabetü’l-Hakayık, Yeni Tarama Sözlüğü, Çaştani Bey Öyküsü ve Uygurca Üç Öykü gibi dilsel kaynaklarımızda “kertü/kirtü” biçimleriyle de gözlenen sözcüğümüzün; “gerçek, doğru, yön, onay, ant, hak, arı, temiz” türünden pek çok anlamı içerebildiği görülmektedir.

Sözgelişi, Uygurca Üç Öykü’de yer alan bir tümcede şöyle denilmektedir:
“Umuglug ınaglıg kirtülüg isig özümüz teg amrag adaşımız a!…”(Ey umutlu, inançlı, gerçekli, sıcak özümüz denli sevgili adaşımız!…

Bu tümcede yer alan “kirt-ü+lüg” biçimindeki sözcüğün “gerçek+li, doğru,” anlamlarında kullanıldığı kuşkusuzdur. “Kertmek/kirtmek” eyleminin birer türevi oldukları besbelli olan “kirtinmek” sözcüğüne inanmak, “kirtgünmek” sözcüğüne gerçeklemek, “kirtülemek” sözcüğüne onaylamak, “kirtginsemek” sözcüğüne onaylamak istemek anlamlarını yükleyen Divanü Lûgat-it-Türk’te de benzer örnekler vardır:

“Ol, kirtü yerde ol…”(O, gerçek yerdedir; üzerine yalan söylemek olmaz…)

“Ol, Tenğrige kirtindi.”(O, Tanrı’ya inandı; yalvacını doğruladı.)

“Kul, Tenğrige kirtgündi.”(Kul, Tanrı’nın birliğini doğruladı; yalvacını gerçekledi.)

“Yıgaç köndgür, Tenğrige kirtgün.” (Ağacı dik, Tanrı’ya inan.)

“Kerti” sözcüğü yanında “kerşek” sözcüğünü de “gerçek” anlamına geldiğini bildiren Ettuhfet-üz-Zekiyye’deki “kerti eyitmek” ifadesinin gerçek söylemek anlamına geldiğini ve sözkonusu yapıttaki bir nottan da aynı ifadenin(diyemin) Kitâbü’l-İdrâk’ta “kirtü sözlemek” biçiminde olduğunu da öğrenmekteyiz…

Dil Atlası’mızda hayli yaygınlık gösteren ve Gökbilim’den Dilbilgisi’ne, Müzik’ten Tutumbilim’e, Matematik’ten Kökenbilim’e değin çok geniş bir alanda da dilimize kök budak saldığı gözlenen bu “Gerçek” sözcüğünü “tam anlamı ile var olan, varlığı tepimlenemeyen, bir olgu niteliğiyle mevcut bulunan” diye anlamlandıran Meydan-Larousse, “gerçek sözcüğü eski Anadolu Türkçesi’nde gerçek ve girçek şekillerinde görülmektedir. Daha önceki biçimleri henüz aydınlatılamamıştır” demektedir ki, yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı gibi bu saptamanın su götürür bir saptama olduğu herhalde açıktır.

Çünkü “gerçek” sözcüğünün kökü “kertmek/kirtmek/keritmek” eylemi, ilk biçimi ise “kerti/kertü/kirtü” görünümleridir.

Öyle anlaşılıyor ki atalarımız bu sözcüğü yaparlarken tıpkı Bossuet benzeri bir yol tutmuşlar ve de “yalnızca varlığı” dikkate almışlardır. Besbelli ki onlar, somut ve karşı çıkılması olanaksız kertiklere dayanarak ekmek alış verişlerinde ve de vergi yükümlülüklerinde aldanmaktan kurtulmak istemişlerdir.

Ama yine de soru bitmemektedir.
Son sorumuz şöyledir:
Gerçek, nedir?…