
Çok değil son on beş yıldır halkımızın literatürüne girmiş olan bir sözcük var: “Finansman”.
Peki daha önce nerede idi bu terim veya onun temsil ettiği fonksiyon? Yok muydu? Nereden çıkmıştı, neden son on beş, yirmi yıl içerisinde bu kadar benimsenen ve içeriği halkça birinci dereceden anlaşılması gereken bir olgu olmuştu?
Hayır, elbette ki bu terim ve temsil ettiği fonksiyonlar vardı. Neredeyse paranın ilk ortaya çıkışından bu yana, ekonomi ve finans, basitten komplekse doğru bir gelişim içerisinde yaşamın bir parçası olmuştur. Ülkemizde de aynı şekilde, kendi içerisinde bir finansal yapı vardı elbette ki.
Ancak son on-on beş veya yirmi yıl içerisinde finansman kavramı Türkiyemiz’de tahmin edilemeyecek ölçüde ilgi görmeye başladı. Köylüden kentliye, gecekonduludan apartmanlıya, erkeğinden kadınına ve yaşlısından gencine kadar herkes finansmanın derinliklerine doğru az veya çok, doğru veya yanlış bilgilerle ve hatta çevreden duyarak elde ettikleri yarım yamalak yorumlar ile de olsa bir yolculuk yapma deneyimine girmişlerdir.
Önceleri etrafta dolaşan finansçı hatta ekonomist denilen bu adamların ne işle uğraştıkları halk arasında iyi bilinmezdi. Bu durumu son nesil iktisat mezunu ve finansman mesleğinde çalışmama karşın, ilk yıllarımda ben bile birçok kez yaşamışımdır.
Örneğin taksiye bindiğimde çoğu kez içinde bulunduğu can sıkıntısından müşteri ile sohbet ederek uzaklaşmaya çalışan taksi şoförleri sorarlardı;
-“Abi, ne işle uğraşıyorsun?”
-“Bir firmanın finans bölümünde çalışıyorum.” diye cevap verdiğimde adam ilk başta duraksardı ve sonra;
-“Abi, yani ne yapıyorsun sen?” diye çevreden az da olsun duymuş olduğu, bu önemli bir işmiş izlenimi veren bir fonetiğe sahip kelimenin anlamını pekiştirmeye çalışırdı. Sabah sabah lafı çok uzatmak istemediğimden dolayı “Muhasebe gibi bir şey.” der ve bitirirdim lafı. Benzer biçimde ekonomistin ne demek olduğunu, birçok kez açıklamaya çalıştığım dahi olmuştu.
Bununla birlikte daha sonraları askerlik başvurusu yapmak için gitmiş olduğum askerlik şubesinde benimle ilgilenen genç bir subay, iktisat fakültesi mezunu olduğumu öğrendiğinde bana “libor” kelimesinin anlamını sormuştu. Bu defa, taksi şoförüne verdiğim cevap gibi bir kaçamak cevap verme şansım yoktu bu detaya inen soru karşısında. Çaresiz anlattım “libor” kelimesinin ne ifade ettiğini.
Zaman ilerledikçe daha detaya inen sorularla karşılaşmaya başlamıştım. İkamet etmekte olduğum apartmanın sorunlarının konuşulacağını düşünerek gittiğim bir apartman toplantısında her şey güzel başlamıştı önce. Bu toplantıya kadar, yoğun kent yaşamı nedeni ile olsa gerek, fazla tanışık olmadığım komşularımdan aşağı katta oturan altmış yaşlarındaki bir teyze bana ilk başta masumca;
-“Ne işle uğraşıyorsun evladım ?” diye kibar bir üslupla sormuştu.
-“Bir firmada finans uzmanı olarak çalışıyorum teyzeciğim” diye cevap vermiştim saygılı bir biçimde.
Daha sonra toplantının ana konusunun finansal bir foruma dönüşeceğini bilebilir miydim? Sorular devam etti:
-“Yatırım fonları nasıl işler?”
-“Hangi fon neye bağlıdır, A tipi fon nedir ? B tipi fon nedir?”
-“Devletin banka mevduatlarına verdiği garanti yatırım fonları için de geçerli mi?”
Bununla birlikte reponun mu iyi, yatırım fonunun mu daha iyi olacağı veya dolar ile altın mı almaları halinde daha çok kazanacakları gibi sorular da ardından geldi.
Benzer biçimde, çalıştığım firmada çalışmakta olan işçi arkadaşların asgari ücretle çalışıp da nasıl para biriktirdiklerini henüz anlayamadım ama ‘Hangi kağıdı almak karlı olabilir?’ veya ‘Dolar alalım mı?’ soruları ile de sık sık karşılaşıyorum.
Bütün bu ve benzeri olaylar, ülkemizde insanların ve kurumların, bir çeşit altın yumurtlayan tavuk gibi kaynağı tükenmeyen bir çeşme keşfetmiş olduklarına dair bir inancın içerisine itilmesi nedeni ile ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte finansal sektör gibi parasal konuları ele alan, doğrudan bir artı değer yaratmayan ve varlığı ancak ve ancak reel sektörün varlığı ile sınırlı bir sektörün kısa yoldan artı değer yaratıyormuş itibarı görmesi ülkemizde son on beş-yirmi yılın bir gerçeği olmuştur. Bahsettiğim dönem içerisinde parası olan kişiler veya kurumlar halihazırdaki varlıkları ile nereden geldiği adeta anlaşılamayan tükenmez bir kaynaktan çok büyük finansal kazançlar elde etmişlerdir. Öyle ki daha önceleri birer üretim merkezi olan firmalarının ürettiklerinden kazandıkları, finansal kazançlarının altında kalınca üretim ikincil bir faaliyet olarak görünmeye başlanmıştır.
Oysa ki dünyada Türkiye dışında bu rasyonel yolu düşünen hiç bir ülke olmamıştı şimdiye kadar. Boş yere sanayi, hizmetler ve tarım sektörlerini kurmak yerine bir finansal sistem kurulur ve sürekli ülke vatandaşlarına faiz geliri dağıtılabilırdı. Herkes mutlu olurdu kolayca.
Halbuki üç boyutlu evrende çok basit bir kural vardır: Yoktan hiçbir zaman var elde edilemez. Ekonomi dahil olmak üzere her konuda bu fizik kuralı geçerlidir. Doğal olarak üçüncü şahısların bu kadar fazla finansal kazancının olduğu bir toplumda aynı miktarda bir finansal kayıp olması da kaçınılmazdır. Bu durum ise ülkemizdeki gelir dağılımını sürekli olarak olumsuz yönde etkilemektedir.
İşin en üzücü olan kısmı ise biraz önce bahsettiğim insanların yaşam standartlarını ve sosyal haklarını arttıracak toplumsal örgütlenmelerin ve tepki gruplarının içinde yer alarak doğru yolda hareket etmeyi değil birikimleri birkaç yüz milyon TL dahi olsa finansal kazanç elde edenlerin yanında olmayı yeğlemeleridir. Emekli, taksici, asgari ücrete tabi işçi, sanayici, öğretmen, kapıcı hepsi ama hepsi finansal gelir peşindeler.
Şu anda mevcut durumumuza bakacak olursak kolaycılık kaynaklı finansal bakış açılarının yaratmış olduğu ve çalışmadan kazanmanın ilke edinildiği ülkemizin kriz içinde olmaması bence bir sürpriz olurdu.
Halen televizyonda halkın krizle ilgili düşüncelerini ortaya koyan söyleşilerde şu görüşleri duymaktayız. “Dışarıdan daha fazla USD gelmeli, piyasalar rahatlamalı.”diyor vatandaş. Yani ihtiyaç olan 30 milyar USD yerine 60 milyar USD gelecek olsa neredeyse Türkiye’de bir daha kriz hiç olmayacak düşüncesi dahi hakim olabilecektir. Bazıları ise “EURO para birimini benimsersek kriz olmaz.” diyor. Sorunu sadece paranın üzerinde yazan TL ibaresine taşıyarak.
Oysa ki ülkemizdeki temel sorun amaçların iyi saptanmaması veya sadece ters giden bazı göstergeleri düzeltmenin gaye edinilmesidir. Ülkemiz kuruluşunda yenilikçi hedeflerin seçilmesi sayesinde çok daha güç şartlardan çıkıp oldukça iyi sayılabilecek ilerlemeler sağlanmıştır. Yaşadığımız dönemde ise siyasi vaatlerin ve amaçların kötü görüntü çizen bazı finansal göstergeleri düzeltmeye yönelik belirlendiği görülmektedir. Daha açık olarak belirtmek gerekirse bir tarım hamlesi, sanayi hamlesi veya toplumsal hak ve özgürlüklere yönelik gelişmeler, eğitim sisteminde yapılacak bir çağdaşlaşma bir siyasi programın hedefi olarak seçilmemektedir. Belirlenen birincil ve nihai hedef bazı finansal ve ekonomik göstergeler bazında kalmaktadır. (Söz gelimi enflasyonu düşürmek gibi).
Bugün mevcut koalisyon hükümetinin iktidara gelirken temel vaadi sadece enflasyonu düşürmekti. Ancak bir ülkede ekonomik yapıyı kabile toplumu seviyesine gerileterek de enflasyonun düşürülebilmesinin mümkün olduğu bir gerçektir. Benzer şekilde ülkemiz iki senedir negatif büyüme hızı ortaya koymuştur, ancak enflasyon düşmediği gibi büyük bir kriz halen yaşanmakta ve nasıl çıkılacağını kimse halen ortaya koyamamaktadır. Dolayısıyla sadece enflasyonu düşüreceğiz hedefi yetersizdir. Aksi halde enflasyonun ülkeye verdiği zarardan fazlası ile karşılaşmak söz konusu olacaktır.
Sonuç olarak, ülkemiz insanın finansal rüyadan uyanarak -içinde zorlukları da taşıyor olsa- gerçek hayata dönmesi gerekmektedir. Aksi takdirde gerçeklerle karşılaşmak büyük bir olasılıkla daha trajik bir biçimde gerçekleşecektir.
Yorumlar
İlk yorumu siz yapın